GİT, GİDEBİLİRSEN...
Çoğumuzun aklında  şehir hayatından uzaklaşıp bir sahil kasabasında balıkçılık yapma  ya da bir dağ köyünde tarımla uğraşıp sakin bir yaşam sürme isteği vardır. Gerçi sahil kasabasında balıkçılık yapmak ya da tarımla uğraşmak da teknolojik telefonlarımızdan indirilip uygulanacak kolay şeyler değil zaten ama konumuz bu değil şimdi. Sadece aklımızda kalan yani düşünüp de uygulamaya koyamadığımız bir durum. Ne kadar bunları yaşama özlemi duysak da hatta şu kadar yıl sonra yapacağım, şunları da halledeyim öyle giderim desek de gidemiyoruz. Çünkü insan hayatının ihtiyaçları bitmiyor ve aynı zamanda doyum konusunda kendini tatmin olmuş hissetmiyor. Hep  daha fazlası, hep daha yenisi, en gösterişlisi olması hep istenen. İnsanlığın bu doyumsuzluğu nereye varacak pek kestirilen bir konu değil. Ama iyi olmayacağı hissedilir bir durum. Oysa ki bizim bildiğimiz, bize öğretilen eldekilerle mutlu olmaktı. Tabi ki bu isteklerimizi, yeni bir şeyler almayı, en iyisini en son modelini almayı para ile yapıyoruz. Yani karşılığında bedel ödüyoruz. Peki bu para konusunu insanlığın başına bela eden kim derseniz. Cevabını bulmak için biraz geçmişe gitmemiz gerekiyor. Biraz dediğime bakmayın. Baya geçmişe gitmemiz gerekiyor. Milatta öncesine. O zaman sorumuzun cevabı olarak karşımıza çıkan uygarlık olarak hiç hayırla yad etmeyeceğimiz (en azından ben hayırla yad etmiyorum. Bu konuda da yalnız olduğumu düşünmüyorum)  Ege topraklarında da varlığını sürdürmüş olan Lidya Krallığı çıkıyor.

Lidyalılar… Paranın insanlığın gündelik hayatında yer almasına sebep olan muhterem! uygarlık.  Daha evvelinde ve Mısır ve Sümerliler kullansa da yaygın alanda kullanılmasına  sebep olan Lidyalılar’dır. Neyi düşünerek ve hangi amaçla parayı bulduklarını işleyişini yaygın hale getirdikleri insanda merak uyandıran bir diğer konu. Zira yaşadıkları M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllar lüks yaşantının olmadığı dönemler. İnsanlığın temel ihtiyaçlarını takas yoluyla çözdüğü zamanlar. Yani sebze veriyorsun et alıyorsun, bulgur veriyorsun meyve alıyorsun ve diğer insan ihtiyaçları takasla karşılanıyor. Borçlanma yok, bankadan kredi çekmek yok. Kredi kartlarına mahkum yaşamak hiç yok. Zaten  bunları takasla elde edemesen de doğada bazılarını bulabiliyorsun. İşte  bulunan paranın insanlığı sıkıntıya soktuğunu düşünmüş olmalı ki Pers Kralı Kyros (Kirus) tarafından “Para  sizin neyinize ulan; gökdelenleriniz yok, villalarınız yok, spor arabalarınız AVMleriniz bile yok ne alacaksınız ki” diyerek ülkeye son vermiştir. Kirus bunları söylerken yanında değildim ama öyle düşünüyorum. Ama ne yazık ki Lidyalılar’ın yıkılması paranın yayılmasına engel olmadı. Ok yaydan çıkmıştı bir kere.  Günümüze geldiğimizde; sabahları alarmla kalkıp uyanmalar,  kaç kere o alarmı ertelediğin önemli değil sonunda kalkıyorsun. İşe gitmek için hazırlanmalar, yola düşmeler, trafik, iş stresi, ve bir sürü şey. Sonrasında alınan ücretle borçları ödeyip yeniden borçlanmalar ve aynı şekilde devam eden bir kısır döngü. İnsan istekleri doyumsuz olduğu için hayat boyunca tekrarlanacak bir süreç.  Gitmeyi istemek de önemli aslında. Gerçekten gitmeyi istiyor muyuz? Teknolojiden uzak yaşamayı, Tüketim çılgınlığından uzaklaşmayı, alışveriş merkezlerinden uzaklaşmayı istiyor muyuz? Görünen o ki şehir yaşamıyla birlikte insanın hep iyiyi ve daha çok kazanmayı istemesi bunlara engel oluyor. Tabii gerçek anlamda şehir hayatının tüm getirisini -ki götürüsü daha fazla- elinin tersiyle itip de gidenler var. Onlar imrenmekle birlikte saygı duyulası güzel insanlar. Belki bir gün  onlara eşlik ederiz. Ama öncesinde kurulacak çok alarm, yaşanacak iş koşturmalarını tamamlayıp  ödenecek kredi kartları ve yapılacak alışverişleri bitirmek  kısır döngüyü tamamlamak gerekiyor.  İşte bu yüzden gidemiyoruz. İsteklerimizin  bitmemesinden, hep yeniyi en iyisini istemekten ve tüketmekten gidemeyişimiz.  Şimdilik gidebileceğimiz en uzak diyarlar Alis Harikalar Diyarı değil tabii ki; kahve çay diyarları, evleri  ya da dünyaları…

Yorumlar