Polisiye edebiyatına olan ilginiz nasıl başladı diye söyleşiye başlamak istiyorum. Ve şu soruyu da eklemek istiyorum. Polisiye edebiyatında klişelerden kaçınmak zor olabilir. Siz, bu türde kendinizi özgün kılmak için hangi yöntemleri benimsiyorsunuz? 

Kendimi polisiye yazarı olarak tanımlamam ne kadar doğru olur ondan çok emin değilim açıkçası, konuya buradan başlayalım isterseniz. Son romanım Firiştegân’da polisiyenin kurallarına uyarak yazdım ama öncesindeki kitaplarım yer yer polisiye öğeleri taşısa da tam olarak polisiye kurallarıyla yazılmadılar. Matematiksel kurgu kullanmam ve bulmacavari öyküler oluşturmayı sevmem, adımın (ne mutlu bana ki) polisiyecilerle birlikte anılmasına sebep oluyor diye düşünüyorum. Fantastik edebiyatın sınırlarında dolaşmayı çok seviyorum. Şu an yazdığım roman tamamen fantastik öğeler taşıyan bir yapıya sahip ama yine içinde çözülmesi gereken bir bulmaca var. Benim klişelerle mücadele yöntemim de bu bir anlamda: Bir alt ya da çapraz türün parçası olmak. Bu durum özgünlük de yaratıyor haliyle.

Polisiye edebiyatının temel unsurları olan suç, gizem ve adalet gibi temaları işlerken kişisel bakış açınız nedir? Bu temaların toplumsal algılar üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok güzel bir soru. Adaletin her zaman tecelli edemeyeceği gerçeğini kabul ettiğim andan itibaren polisiyeyi kitabına uygun yazmak da benim için imkansız hale geldi diyebilirim. Fakat okur suçluyu görmek/bulmak, olayı tam olarak çözmek ister, kitabın son sayfasını kapattığında bir ödül/ceza/katarsise kavuşmayı ümit eder. Gerçek hayatta ise faili meçhuller vardır, nerede olduğu asla bulunamayacak kayıplar vardır… Burada bir karar vermem gerekiyordu. Okura bazı soruların gerçek hayatta cevapsız kaldığını gösterirken, hikâyesine iyi bir son yazamadığı için “her şey bir rüyaymış” kılıfını uyduran yazar pozisyonuna da düşmemeliydim. Nasıl keskin bir bıçaktır bu bir yazar için anlatamam. Bu meydan okuma beni yazarken çok güçlendiriyor.

Toplumsal algılar bakımından da yazdıklarıma çok dikkat ediyorum. Adem Ademoğlu’nun Tek Muzaffer Günü’nde kocasından sürekli şiddet gören bir kadın karakter var mesela. Güve Yeniği’nde de, Firiştegan’da da keza aynen böyle kadın karakterler var… İsterim ki benim kitaplarımı okuyan herkes; fiziksel ya da duygusal fark etmez, şiddet denen şeyin kendisinden tiksinsin! Pornografik bir hevesle etrafına bunu uygulamaya kalkmasın. Bu da bir başka keskin bıçaktır mesela. Kötü olan hiçbir şeyi övmem, ondan nefret edilmesi için elimden ne geliyorsa yaparım. Burada tek pusulam vicdanım.


Okuyucunun zihin oyunlarıyla karşılaştığı, sürpriz sonlarla biten hikayeler yazmayı ve  polisiye türünde risk almayı sever misiniz?

Hem de nasıl. Ana meselem sadece bu bile olabilir: Şaşırtmak! İlk kitabım Arabada Kim Var?dan beri terş köşeler üzerinde çalışıyorum. Okura meydan okumak yazmanın en tatmin edici kısmı. Risk alamayan biri ne polisiye ne de polisiyeye alt /çapraz tür olabilecek herhangi bir türde yazabilir.


Kadın karakterlerin polisiye romanlarda daha güçlü ve etkin rollerde yer alması gerektiğini düşünüyor musunuz? Kendi eserlerinizde bu durumu nasıl ele alıyorsunuz?

Kitaplarımda hem kadın hem erkek ana karakterlerle çalıştım. Öykü karakterini kendi seçer, pozitif ayrımcılık falan gibi niyetlerle yola çıkmam. Konuların dokusu, mizacı vardır. Bir çocuğa niye erkek doğdun diyebilir miyiz mesela?  Kadınlar ön plana çıkmalı, erkekler ön plana çıkmalı gibi bir tercih yapmayı aklıma getiremeyecek kadar eşitlikçiyim; fakat bir karakteri oluştuktan sonra, toplumun ondan beklentilerinin üzerine gider ve klişeleri yıkmak için türlü oyunlar kurarım. Ata erkillik üzerine de oyunlar var kitaplarımda, kadınlardan beklenen klişeler üzerine de…


Sizi tanıyabilir miyiz? Gökçe İspi Turan kendisini en iyi nasıl ifade eder?

Kendimi bildim bileli yazıyorum. Hikâye kurgusu ve yazma teknikleri üzerine eğitim almanın en mantıklı yolu sinema tv okumaktı benim için, o yüzden Klasik Arkeoloji eğitimini bırakıp Film & TV’ye geçtim ve senaryo okudum. Basılmış ilk yazılarım film analizleridir ama o yıllarda da romanım üzerine çalışıyordum, sadece henüz bitirmemiştim. Çeşitli radyolarda sinema ve edebiyat programları yazıp sundum; aynı radyolar için reklam projeleri, metinleri yazdım. Yani dörtte bir arkeolog olmanın yanı sıra emekli bir film eleştirmeni ve radyo yayıncısıyım. Arada gelen podcast yapma perilerini yeni roman sebebiyle başımdan kovalasam da aklımın bir köşesinde heves olarak hâlâ o günleri taşıyorum. Son beş/altı senedir hayatıma yeni bir meslek daha ekledim. Bir seramik atölyesi açtım ve o atölyede hem seramik hem yaratıcı yazarlık dersleri verdim. Çamura bile yazdım anlayacağınız. Bir parça işlenmemiş çamura bakmakla, boş A4’e bakmanın pek farklı işler olmadığını öğrencilerime de gösterdim. Bu sene atölye öğrenciye kapalı ama yeni roman için disiplinlerarası bir iş çıkarmak gibi bir yol planım var. Bu kısmı sürpriz olsun.


Kimleri sever, kimleri okur?

Klasik edebiyattan daha çok beslendiğimi söyleyebilirim. Jules Verne’den Sabahattin Ali’ye, Dostoyevski’den Yaşar Kemal’e, Salinger’den Ahmet Hamdi’ye… Tolkien’e, Murakami’ye, Sevgi Soysal’a, Selçuk Baran’a… Fakat zamanın ruhu değiştikçe, insanı besleyen kaynaklar da çeşitleniyor. Şu an en büyük öğretmenim YouTube ve inanmayacaksınız belki ama instagram. Sonsuz sayıda karakter, sonsuz sayıda eylemle birlikte önünüzde akıyor sosyal medyada. Dikkatli gözler için muazzam bir malzeme…


Olmazsa olmazları var mıdır?

Tek olmazsa olmazım vicdanım. Ona uymayan şeyleri edebiyatıma konu yapmıyorum.


Çocuklar içinde kitap yazıyorsunuz, yazdığınız çocuk kitaplarında hangi temaları ön planda tutuyorsunuz?

Burada çıkış noktam hayatıma anlam veren iki oğlum ve onların ya da arkadaşlarının büyürken içinden geçtikleri süreçler. İlk çocuk kitabım Salyangoz ve Sobeleme Makinesi’nin ana teması arkadaş zorbalığıdır mesela. Okullarda gördüğüm en büyük problem bu. Okul öncesi çocuklara, farklılıklara rağmen eşit olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalıştım. İkinci çocuk kitabım Kafamdaki Orman bir çocuk romanı. Onun hikâyesi biraz ilginçtir. Her şey rüyamda kafasına resimler çizen bir kız çocuğu görmemle başladı çünkü. Uykudan uyanıp hemen iki sayfalık bir öyküye dönüştürdüm rüyamı. Daha sonra hikâye şekillenerek bir çocuk romanı halini aldı, hayatım boyunca beni en çok duygulandıran projelerimden biri oldu. Çeşitli vakıflar aracılığıyla ve büyük bir markanın sponsorluğuyla binlerce çocukla buluştu. Lösemi sonrasında saçları dökülen bir kız çocuğunun okula dönüş günlerini konu alıyor ama onda da arkadaş zorbalığı, sosyal medya kullanımı, toplumsal baskılar vb konular var.  Pamuk Kaplan da okul öncesi çocukları hedefleyerek, online bir kitap platformu için yazıldı. Beş dile çevirildi, kaç çocukla buluştuğunu bilmiyorum bile. Onda da büyümeyi bir anlamda reddeden, alışkanlıklarından kopamayan bir kız çocuğu var. Sanırım çocuklarım büyükçe konular da çeşitlenecek… Çocuklar için yazmak benim için detoks gibi. Nasıl mutlu olduğumu ve şifalandığımı tarif etmem mümkün değil.


Çocukların okuma alışkanlığı kazanmasına yönelik ne gibi önerileriniz var? Ailelerin bu konuda nasıl bir rol oynaması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Bu soru bana çok soruluyor açıkçası. Ben de bu soruya hep başka sorularla cevap veriyorum: Çocuğunuz sizi okurken görüyor mu, evinizde küçücük de olsa bir kütüphaneniz var mı? İnanının, tek raf bile yeter. Çocuk sizi okurken görmüyorsa, kolay kolay okuma alışkanlığı edinmiyor. Şehir hayatından bahsediyorum tabii ki. İstisnalar var. (Zaten iyi ki istisnalar var, yoksa gerçekten işimiz çok zor…)

Çocuklara zorla kitap okutmayın da diyorum mutlaka. Zorla yapılan hiçbir işten hayır gelmez. Kitap, evin ve yaşamın bir parçası olsun. Gerisi gelir…


Çocuklar için yazarken dilin basit ve anlaşılır olması gerektiğini düşünüyor musunuz, yoksa onları daha zengin bir dil dünyasına mı çekmeyi hedefliyorsunuz?

Burada da kendine ait bir dünya ve bu dünyaya ait kurallar var elbette. Zengin dil dünyasını temiz bir Türkçe’yle de kurabilirsiniz. Çocuk kitapla arasında mesafe olduğunu düşünmemeli, kitabı sıkıcı bir öğretmen gibi görmemeli. Birininin ona bir şey öğretmeye çalıştığını anlamadan, hissederek öğrenmeli. Kitapla zaman geçirmekten mutlu olmalı. Kitabı soğuk ve ulaşılmaz bulmamalı…


Film eleştirmenliğinize de binaen günümüz sinemasında en çok eleştirdiğiniz ya da en çok beğendiğiniz trendler nelerdir?

Günümüz sineması yerini platformlara bıraktı diyebiliriz artık sanırım. Fakat tiyatronun yeniden ışıldamaya başladığını düşündüğüm gibi, sinemanın da ufak bir duraklama döneminden sonra daha cazip teknolojik olanaklarla yeniden parıldayacağını düşünüyorum. Ya da öyle ümit ediyorum… İnteraktif bir yöne evrileceğine dair bir tahminim var ama iddialı da değilim. Belki de hiç tahmin edemediğimiz bir kaderi vardır… Pandeminin koyduğu yeni kurallar ve ekonomik sistemler var dünyada. Zevkler değişti, insanlar değişti… Takip edeceğim diye uykularımın kaçtığı yönetmenler pek kalmadı. Sinema; daha uzun soluklu, daha parçalı ve yalnız bir şeye dönüştü:Dizilere! Şikayetçi miyim? Değilim. Zamanın ruhunu meraklı gözlerle izleyip, onu anlamaya çalışmayı seviyorum.


İletişim danışmanlığı da yapmışsınız. Oradan hareketle şunu da sorayım: Dijital çağda iletişim stratejileri nasıl evrildi? Sosyal medyanın ve dijital platformların bu evrimdeki rolü nedir?

Her şey ama her şey yekpare bir hal aldı ve o halin adı sosyal medya. Bir de ilginç bir şekilde -aslında belki de sadece sosyologları dinlemiz gerekecek şekilde- bireyselleşti. Herkes tek başına bir medium haline geldi. Fakat yine de kendine has özellikleri olan bir habitat gibi de tuhaf bir etkileşim halinde. Bireysel çalışıyor sandığımız fenomenler aslında tuhaf bir temayülle ortak da hareket ediyorlar. Bir elli sene sonrasından bugünler için yazılmış makaleleri okumayı çok isterdim. Her şey trend topicler eşliğinde hareket ediyor ama genel iddiaları bireysel hareket ettikleri yönünde ya, işte bu bana çok acayip geliyor… Tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan diye izleyecek zaman bulamadığım için sadece şaşırmakla yetiniyorum.


Ufukta yeni kitap ya da başka bir proje var mı?

Olmaz mı! Benim bilgisayarımda her zaman açık duran en az iki ya da üç dosya vardır. Ana dosyam ilerlerken, daha sonra yazacağım dosyaların notlarını da tutarım. Bu yılın sonunda ya da 2025’in başında bitirmeyi ümit ediyorum. Okurlarla buluşmayı, taze çıkmış bir kitaba dokunmayı çok özledim.


Röportajlarımın klasik sorusudur. Size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı ne yapmak isterdiniz?

Elimde sinirli bir değnek olsa inanın dayanamaz çat ortadan ikiye ayrılıverirdi. O kadar isyan etmiş ve bezmiş durumdayım. Düzeltmek istediğim şeylere ömrüm yetmez. Dünyanın içinde yüzdüğü kan gölünü kurutmakla başlardım işe, sokak hayvanlarına yuva olmakla devam ederdim, eğitimi vazgeçilmez ve hevesle peşinden koşulacak hale getirirdim, aile görgüsü/terbiyesi denen şeyi yeniden popüler yapardım. Ne diyeyim, var birkaç ufak hayalimiz. :)

Yorumlar